Barry Schwartz Seçme Çelişkisi Üzerine

Kitabımdaki bazı şeyler hakkında konuşacağım, bunların daha önce duymuş olduğunuz bazı şeylerle yankılanacağını umuyorum ve sizin gözünüzden kaçma ihtimaline karşılık kendim bazı bağlantılar kurmaya çalışacağım. Benim ‘resmi dogma’ dediğim şeyle başlamak istiyorum. Neyin resmi dogması? Tüm Batı sanayi toplumlarının dogması. Ve resmi dogma şu şekilde işler: eğer vatandaşlarımızın esenliğinin en üst düzeye çıkarılması ile ilgileniyorsak, bunu yapmanın yolu kişisel özgürlüğü en üst düzeye çıkarmaktır. Bunun nedeni, özgürlüğün hem kendi içinde ve kendinden dolayı insan olmak için iyi, değerli, dikkate değer ve gerekli olmasıdır. Ve eğer insanlar özgür olurlarsa, her birimiz kendi kendimize refahımızı en iyi düzeye çıkaracak şeyleri yapabiliriz ve başka biri bizim yerimize karar vermek zorunda kalmaz. Özgürlüğü en üst düzeye çıkarmak, seçimi en üst düzeye çıkarmaktır.

İnsanlar ne kadar fazla seçeneğe sahip olurlarsa, daha fazla özgürlüğe sahip olurlar ve daha fazla özgürlüğe sahip olduklarında daha fazla refaha sahip olurlar.

Bu, bence, öylesine derinlere gömülmüştür ki, bunu sorgulamak herhangi birinin aklına gelmez. Ayrıca bu hayatımızın da derinlerine işlemiştir. Modern gelişimin bizler için neleri mümkün kıldığına dair birkaç örnek vereceğim. Bu benim süpermarketim. Çok da büyük değil. Salata sosuyla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Süpermarketimde 175 salata sosu var, satın alabileceğiniz 10 farklı ekstra virgin zeytinyağı ve 12 balzamik sirkeyi saymazsanız, 175 salata sos seçeneğinden size uymayan varsa çok sayıda farklı salata sosu hazırlayabilirsiniz. Süpermarket böyle bir şey. Ve sonra elektronik mağazasına bir stereo sistemi almak için gidiyorsunuz- hoparlörler, CD oynatıcı, kaset oynatıcı, tuner, amfi. Ve bu tek elektronik mağazasında, bu kadar farklı stereo sistemi var. Tek bir mağazanın bize sunduklarıyla 6,5 milyon farklı stereo sistemi kurabiliriz.

Kabul etmelisiniz ki bu çok fazla seçenek demektir. Diğer alanlarda -iletişim dünyası. Ben küçük bir çocukken, istediğiniz bir telefon servisini alabilirdiniz, Ma bell’den aldığınız sürece. Telefonunuzu kiralardınız. Satın almazdınız. Bunun bir sonucu da, bu arada, telefonun hiçbir zaman bozulmamasıydı. Ve bu günler geride kaldı. Şimdi neredeyse sınırsız çeşitlilikte telefon var, özellikle cep telefonları söz konusu olduğunda. Bunlar geleceğin cep telefonları. Benim favorim ortadaki- MP3 çalar, burun kılı makası ve créme brulée hamlaçı. Ve her nasılsa henüz bir mağazada görmediyseniz, en azından yakın bir zamanda göreceğinizden emin olabilirsiniz. Bu da insanları kendi alışveriş yaptıkları mağazaya gidip bu soruyu sormalarına neden oluyor. (Fazla işlevi olmayan bir telefonunuz var mı?) Ve bu sorunun cevabı nedir biliyor musunuz? Cevabı ‘hayır’. Fazla bir şey yapmayan cep telefonu bulmak imkânsız.

Bu yüzden, hayatın satın almaktan daha önemli olan başka yönlerinde, aynı seçim patlaması geçerli. Sağlık hizmeti -artık ABD’de doktora gidip ne yapman gerektiğini öğrenme zamanı geçti. Bunun yerine, doktora gidiyorsunuz ve doktor size, ‘Pekâlâ, A’yı yapabiliriz, ya da B’yi yapabiliriz’ diyor. ‘A’nın şu yararları ve şu riskleri var. B’nin şu yararları ve şu riskleri var. Ne yapmak istiyorsunuz?’ Ve siz dersiniz ki, ‘Doktor, ne yapmalıyım sizce?’ Ve doktor der ki, ‘A’nın şu yararları ve riskleri var ve B’nin şu yararları ve riskleri var. Ne yapmak isterdiniz?’ Ve siz dersiniz ki, ‘Benim yerimde olsaydınız, doktor, siz ne yapardınız?’ Ve doktor der ki, ‘Ama ben siz değilim ki.’ Ve sonuç, buna ‘hasta otonomisi’ diyoruz, kulağa hoş geliyor. Ancak aslında bu karar vermek için gerekli mesuliyetin ve sorumluluğun –konuyu bilen tarafından, yani doktordan- hiçbir şey bilmeyene ve kesinlikle hasta ve bu nedenle karar vermesi uygun olmayana -yani hastaya- verilmesi demektir.

Sizin benim gibi insanlar için muazzam bir reçeteli ilaç pazarı var ki eğer düşünürseniz hiç mantıklı değil, çünkü biz bu ilaçları alamayız. Eğer biz alamayacaksak neden bize pazarlanıyor? Bunun cevabı şu; bizim ertesi sabah doktorumuzu arayıp reçetemizi değiştireceğimizi umuyorlar. Kimliğimiz kadar etkileyici olan şey şimdi bir seçim meselesi oldu, bu sununun göstermeye çalıştığı gibi. (Çocuklara baskı yapmaya inanmıyoruz. Doğru zaman gelince uygun cinsiyeti seçeceklerdir.) Kimliğimizi miras almayız, onu yaratmak zorundayızdır. Ve kendimizi arzu ettiğimiz kadar yeniden yaratabiliriz. Ve bu da her sabah uyandığınızda ne tür bir insan olmak istediğinize karar vermeniz gerekiyor demektir. Evlilik ve aileye gelince, eskiden neredeyse herkesin varsaydığı yapabildiğiniz kadar erken evlenmeniz ve sonra da yine erken çocuk sahibi olmanız gerektiğiydi. Asıl karar vermeniz gereken kiminle olacağıydı, ne zaman ya da sonrasında ne yapmanız gerektiği değil.

Bu günlerde her şey elde etmeye müsait. Mükemmel derecede zeki öğrencilere eğitim veriyorum ve eskiden olduğunda %20 daha az ödev veriyorum. Ve bunun nedeni daha az zeki olmaları ya da daha az çalışkan olmaları değil. Bunun nedeni, ‘Evlenmeli miyim yoksa evlenmemeli miyim? Şimdi mi olmalı? Daha sonra mı? Önce çocuk mu, kariyer mi?’ gibi sorularla meşgul olmaları. Tüm bu sorular yorucu sorulardır. Ve onlar, verdiğim tüm ödevleri yapıp yapmasalar da, iyi bir not almasalar da bu sorulara cevap verecekler. Ve aslında cevap vermeliler. Bu sorular cevap verilecek önemli sorular. İş -Carl’ın söylediği gibi, dünyanın her köşesinde, her günün her dakikası çalışmamızı sağlayan teknolojiyle kutsanmış insanlarız, Randolph Hotel hariç.

(Gülüşmeler)

Bu arada otelde WiFi’ın çalıştığı bir köşe var, tabii ki kimseye söylemeyeceğim. Söylemeyeceğim çünkü ben kullanmak istiyorum. Yani bu inanılmaz seçim yapma özgürlüğü, seçim yapmak zorunda olduğumuz anlamına geliyor, yeniden ve yeniden ve yeniden, çalışmalı mıyız yoksa çalışmamalı mıyız? Çocuğumuzu futbol oynarken izlemeye gidebiliriz ve bir cebimizde cep telefonumuz, diğerinde Blackberry’miz, ve dizüstü bilgisayarımız, muhtemelen, dizlerimizdedir. Ve hepsi kapalı dahi olsa, çocuğumuzu oyunu mahvederken izlediğimiz her dakika, kendimize de sorarız ‘Bu aramaya cevap vermeli miyim? Bu e-mesaja cevap yazmalı mıyım? Şu mektuba bir taslak hazırlamalı mıyım? Ve sorunun cevabı ‘hayır’ dahi olsa, çocuğunuzun oyununu izleme deneyiminizi olduğundan farklı bir hale getireceği kesindir. Bu yüzden baktığımız her şey, büyük ya da küçük, maddi ya da manevi, yaşam bir seçim meselesidir. Ve eskiden yaşadığımız dünya böyle görünürdü. (Eee, aslında hepsi taş üstüne yazılı.) Demek istediğim, bazı seçimler vardı ama her şey bir seçim meselesi değildi. Ve şimdi yaşadığımız dünya şöyle görünüyor. (On emir – kendin yap takımı) Ve cevap şu; iyi haber mi kötü haber mi? Ve bunun cevabı, evet.

(Gülüşmeler)

Hepimiz bunun iyi tarafını biliyoruz, o yüzden kötü tarafından bahsedeceğim. Bütün bu seçim konusu insanlar üzerinde iki etki, iki negatif etki yapıyor. Bunların etkilerden biri, paradoksal olarak, seçimin özgürleştirmekten çok bir felç durumu yaratması. Seçecek birçok alternatifle, insanlar herhangi birini seçmekte zorlanıyorlar. Bunun çok etkileyici bir örneğini vereceğim, kişisel emeklilik planlarıyla ilgili yapılan bir çalışma bu. Bir iş arkadaşım, Vanguard’ın yatırım kayıtlarına ulaşmış; yaklaşık bir milyon çalışanı ve 2000 farklı işyeriyle devasa bir ortak fon şirketi bu. Ve şunu bulmuş; çalışana önerilen her 10 ortak fon için katılım oranı yüzde 2 oranında düşüyor. 50 fon öneriyorsunuz -5 fon önerdiğiniz çalışanlardan %10 daha az çalışan seçiyor. Neden? Çünkü seçilecek 50 fon arasında, hangi fonu seçeceğinize karar vermek öyle lanet zor ki, kararı yarına bırakıyorsunuz. Ve sonra yarın, ve sonra ertesi gün, ve ertesi, ve ertesi, ve tabii ki yarın asla gelmiyor. Şunu anlamalısınız ki, bu sadece insanlar emekli olduklarında yeterince para kenara koymadıkları için köpek maması yiyecekler demek değildir, aynı zamanda karar vermek öyle zordur ki işverenden alacakları ciddi bir parayı kaçırmaları demektir. Katılmayarak işvereninin seve seve vereceği yılda neredeyse 5000 dolara yakın parayı kaçırmaktadırlar. Bu durumda felç olma durumu, çok fazla seçeneğin olmasının bir sonucudur. Ve bence bu da dünyanın şöyle görülmesini sağlar.

(Gülüşmeler) (Ve son kez, sonsuza dek Fransız bleu mü, çiftlik peyniri mi?)

Eğer sonsuza kadar sizi etkileyecekse doğru kararı vermek istersiniz, öyle değil mi? Yanlış ortak fonu seçmek istemezsiniz, ya da hatta yanlış salata sosunu. Bu sadece tek bir etkisi. İkinci etkisi ise şu; biz felç durumunu aşmayı başarıp seçim yapsak dahi, yaptığımız seçimle, daha az seçeneğimiz olduğunda olacağımızdan daha az tatmin oluruz. Bunun birçok nedeni var. Bunlardan biri, seçecek farklı salata soslarından birini alırsanız ve o da mükemmel değilse -salata sosunu bilirsiniz? Farklı bir seçim yapmış olsaydınız daha iyi olacağını hayal etmek çok kolaydır. Hayal ettiğiniz alternatif seçimlerinizden pişmanlık duymanıza neden olur ve bu pişmanlık yaptığınız seçimden aldığınız tatminin değerini azaltır, bu iyi bir seçim olsa dahi. Ne kadar çok seçenek varsa, seçiminizle ilgili hayal kırıklığı yaratan şeyden pişmanlığınız o kadar fazla olur.

İkincisi, ekonomistlerin fırsat maliyeti dedikleri şeydir. Dan Gilbert bu sabahki konuşmasında şeylerin değerinin neyle kıyaslandıklarına göre değiştiklerini söylerken esaslı bir noktaya değindi. Değerlendirilecek birçok alternatif varsa, geri çevirdiğiniz alternatiflerin çekici taraflarını hayal etmek, kendi seçtiğinizle daha az tatmin olmak çok kolaydır. İşte size bir örnek. New Yorklu olmayanlardan özür diliyorum.

(Gülüşmeler)

İşte düşünmek durumunda olduğunuz budur. İşte Hamptons’ta bir çift. Çok pahalı bir mülk. Muhteşem sahil. Güzel bir gün. Her şeye sahipler. Daha iyi ne olabilir ki? ‘Kahretsin’ diye düşünüyor adam, ‘Ağustos. Manhattan’daki herkes evinden uzakta. Tam da evin önüne park edebilirdim.’ Ve iki haftasını, gün be gün iyi bir park yeri fırsatını kaçırdığını düşünerek geçiriyor. Fırsat maliyeti, bizim seçimimizden alacağımız hazdan çalar, seçimimiz müthiş olsa dahi. Ve değerlendirecek daha çok seçenek oldukça, bu seçeneklerin daha çekici özellikleri bize fırsat maliyeti olarak yansıyacaktır. İşte başka bir örnek. Şimdi bu karikatür birçok noktaya dikkat çekiyor. Anda yaşama konusunda da bir noktaya dikkat çekiyor, ve muhtemelen biraz daha yavaştan almanın önemine. Ama dikkat çektiği bir nokta, ne zaman bir seçim yapsanız, diğer şeyleri yapmamayı seçiyorsunuz. Ve bu diğer şeylerin pek çok çekici özelliği olabilir, ve sizin yaptığınızı daha az çekici yapabilir.

Üç: beklentilerin yükseltilmesi. Bu fikir beni pantolonumu değiştirmeye gittiğimde çarptı. Çoğu zaman kot pantalon giyerim. Ve bir zamanlar kotlar tek bir çeşit olurlardı siz satın alırdınız, ve üzerinize şöyle böyle otururdu, ve inanılmaz rahatsızdı, ve uzun süre eğer giydiyseniz ve yeterince yıkadıysanız, o zaman iyi olmaya başlardı. Böylece yıllarca giydiğim pantolonumu değiştirmek üzere mağazaya gittim ve ‘Kot pantolon istiyorum, şu beden giyiyorum.’ dedim. Ve tezgâhtar ‘Dar kesim mi, rahat kesim mi, bol kesim mi istersiniz? Düğmeli mi fermuarlı mı? Taşlanmış mı yoksa ağartılmış mı? Eskitilmiş mi? Bot kesim mi yoksa fitilli mi? vs’ diye devam etti. Benim ağzım açık kaldı ve kendime geldiğimde ‘Eskiden tek bir model olan modeli istiyorum’ dedim.

(Gülüşmeler)

Onun ne olduğu konusunda bir fikri yoktu, böylece bir saatimi deneyerek geçirdim, ve mağazadan çıktım -doğrusu- şimdiye kadar aldığım üzerime en iyi oturan pantalonla. Daha iyisini yapmıştım. Tüm bu seçenekler daha iyi seçim yapmamı sağlamıştı. Ama kendimi daha kötü hissettim. Neden? Bunu kendime açıklayabilmek için bir kitap yazdım. Kötü hissetmemin nedeni, tüm bu müsait seçeneklerle, iyi bir kot nasıl olmalı konusundaki beklentilerimin yükselmiş olmasıydı. Önceden beklentilerim çok düşüktü. Tek bir model bakarken özellikli bir beklentim yoktu. 100 çeşit önüme geldiğinde, kahretsin, bir tanesi benim için mükemmel olmalıydı. Ve aldığım iyiydi, ama mükemmel değildi. Ve böylece sahip olduğumla beklentilerimi karşılaştırdım, ve sahip olduğum beklediğime kıyasla hayal kırıklığına uğrattı. İnsanların yaşantısına seçenekler katmak onlara yardım etmek yerine bu seçeneklerin ne kadar iyi olacağına dair beklentilerini yükseltir. Ve bunun yaratacağı sonuçlardan dolayı daha az tatmindir, bu sonuçlar iyi olsa dahi. (Hepsi harika görünüyor. Hayal kırıklığına uğramak için sabırsızlanıyorum.) Pazarlama dünyasındaki kimse bunu bilmez. Çünkü eğer biliyor olsalardı, siz bu karikatürün ne anlama geldiğini bilemezdiniz. Gerçek daha çok şöyle.

(Gülüşmeler) (Eskiden her şey çok kötüyken her şey daha iyiydi.)

Her şey daha kötüyken her şeyin daha iyi olmasının nedeni her şey kötüyken insanların hoş sürprizler yaratacak deneyimler yaşamalarının mümkün olmasıydı. Bugünlerde, yaşadığımız dünyada -biz bolluk içinde, sanayileşmiş vatandaşların umut edebileceğinin en iyisi, umduğunun en iyisi olmasıdır. Asla hoş bir şekilde şaşkınlığa uğramayacaksın çünkü beklentileriniz, beklentilerim, tavana vurmuştur. Mutluluğun sırrı -sizin buraya gelme nedeniniz- mutluluğun sırrı beklentilerinizi düşük tutmaktır.

(Gülüşmeler)

(Alkışlar) (Başaracaksınız.)

Söylemek istediğim -küçük bir otobiyografik an- aslında benim bir eşim var, ve kendisi gerçekten harikadır. Daha iyisini seçemezdim. Yetinmedim. Yetinmek o kadar da kötü bir şey değil. Sonuç olarak, sadece tek bir model varken kötü oturan bir kot pantolon satın almanın bir sonucu, memnun olmadığınızda ve kim sorumlu diye sorduğunuzda, cevap gayet açıktır. Sorumlu olan dünyadır. Ne yapabilirdiniz ki? Yüzlerce farklı model kot varsa, ve sizi memnun etmeyeni seçtiyseniz ve nedenini, kimin sorumlu olduğunu sorarsanız? Aynı şekilde bunun cevabı da açıktır, cevap sizsiniz. Daha iyisini yapabilirdiniz. Vitrindeki yüzlerce farklı kot pantalon varken başarısızlığın bir özrü yoktur. Ve bu yüzden insanlar karar verdiklerinde, bu kararın sonuçları iyi olsa dahi, bunlarla ilgili kötü hissederler, kendilerini suçlarlar.

Sanayileşmiş dünyada, son kuşakta klinik depresyon patlamıştır. Depresyon ve elbette intihardaki bu patlamaya, elbette tek değil, ama en belirgin katkı insanların hayal kırıklığı yaratan deneyimlerinden gelmektedir çünkü standartları çok yüksektir. Ve sonra bu deneyimleri kendilerine açıklamak zorunda kaldıklarında, kendi hataları olduğunu düşünürler. Ve bu yüzden net sonuç, genel olarak, objektif olarak bakılırsa, iyi idare ettiğimiz ancak daha kötü hissettiğimizdir. Hatırlatmama izin verin. Bu resmi dogmadır, doğruluğunu kabul ettiğimiz, ancak tümüyle yanlış olan. Doğru değildir. Bazı seçimlerin daha iyi olduğu su götürmez, ancak bu demek değildir ki daha fazla seçim bazı seçimlerden daha iyidir. Sihirli bir miktar vardır. Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Ancak seçeneklerin refahımızı artırdığına dair noktayı geçeli çok olduğu konusunda kendime güvenim tam.

Şimdi, kural gereği –neredeyse bitiriyorum- kural gereği, bu konuda düşünülmesi gereken şu. Sanayileşmiş toplumlar için tüm seçenekleri mümkün kılan maddi bolluktur. Dünya üzerinde birçok yer var ve bunlar hakkında şeyler duyuyoruz, sorunları çok fazla seçeneklerinin olması değil. Onların sorunu, çok az seçenek olması. Yani benim bahsettiğim şey modern, bolluk içindeki Batı toplumlarının garip sorunu. Ve yorucu ve sinir bozucu olan şu: Steve Levitt dün sizlere pahalı ve kurulması zor çocuk araba koltuklarının nasıl işe yaramadığından bahsetti. Parayı boşa harcamak bu. Benim söylediğim, bu pahalı, karmaşık seçimlerin sadece işe yaramamaları değil. Aslında zarar veriyorlar. Aslında bizi daha beter hale getiriyorlar.

Eğer bizim toplumumuzdaki insanların tüm bu seçimleri yapmasını sağlayan şeyin bir kısmı, çok az seçenekleri olan insanların yaşadıkları toplumlara kaydırılsa, sadece bu insanların hayatları kolaylaşmaz, bizimkiler de iyileşir. Ekonomistlerin Pareto dedikleri şey budur – geliştiren hareket. Gelir dağılımı herkesi daha iyi hale getirecektir – sadece fakir insanları değil – çünkü seçme fazlalığı bizi hasta ediyor. Toparlayacak olursak. Bu karikatürü okumalısınız, (Sonsuz seçeneğin var – limit yok.) ve sofistike bir insan olarak diyeceksiniz, ‘Ah! Bu balık ne biliyor ki? Bu akvaryum içinde hiçbir şey mümkün değil.’ Yoksul bir hayal gücü, miyop bir dünya görüşü – ve ilk okuduğumda düşündüğüm buydu. Ancak daha çok üzerinde düşündükçe, balığın bir şeyler biliyor olabileceğine daha çok ikna oldum. Çünkü işin aslı şu ki, eğer akvaryumu kırarsanız her şey mümkündür, özgürlüğe sahip değilsiniz. Felçsiniz. Eğer akvaryumu kırarsanız her şey mümkündür, tatmin duygusunu azaltırsınız. Felç durumunu artırıp tatmin duygusunu azaltırsınız. Herkesin bir akvaryuma ihtiyacı vardır. Bu neredeyse kesin bir şekilde çok kısıtlayıcı – hatta balık için bile, ve kesinlikle bizim için. Ancak metaforik bir kavanozun yokluğu mutsuzluğun tarifidir, ve, sanıyorum, felaketin. Çok teşekkürler.

Beğendiniz mi? Paylaşın!

 
 

Jill Bolte Taylor’ın sezgi darbesi

Beyin araştırmacısı olmak üzere yetiştim çünkü erkek kardeşime bir beyin rahatsızlığı teşhisi konmuştu: Şizofreni. Ve kardeşi olarak ve sonra da bir bilim insanı olarak anlamak istiyordum: Neden ben hayallerimi kendi gerçekliğimle ilişkilendirip onları gerçekleştirebilirken, kardeşimin beyninde ve şizofrenisinde ne vardı ki, o kendi hayallerini, ortak ve paylaşılan bir gerçeklikle ilişkilendiremiyor ve hayalleri deliliğe dönüşüyordu?

Böylece kariyerimi ağır akıl hastalıkları üzerinde araştırmalara adadım. Ve doğum yerim olan İndiana’dan Boston’a taşınıp, Harvard’ın psikiyatri bölümünde, Dr. Francine Benes’in laboratuvarında çalışmaya başladım. Laboratuvarda şu soruyu soruyorduk: “Normal oldukları saptanan bireylerin beyinleriyle, şizofreni, şizoafektif hastalık ve bipolar bozukluk teşhisi konmuş bireylerin beyinleri arasındaki biyolojik farklılıklar nelerdir?”

Yani yaptığımız temel olarak beynin mikro devrelerinin haritasını çıkartmaktı: Hangi hücreler hangi kimyasalları hangi ölçülerde kullanarak hangi hücrelerle konuşurlar? Yaşantım son derece anlamlıydı, çünkü gün boyu bu türden araştırmalarla uğraşıyor, ama akşamları ve hafta sonları ise NAMI, Akıl Hastalıkları için Ulusal Güç Birliği destekçisi olarak geziyordum. Ne var ki 10 Aralık 1996 sabahı uyandığımda benim de kendime ait bir beyin hastalığım olduğunu keşfettim. Beynimin sol yarısındaki bir kan damarı patlamıştı. Ve takip eden dört saat içinde beynimin bilgi işleme yeteneğinin bütünüyle tükenmesini izledim. Kanama sabahı yürüyemiyor, konuşamıyor, okuyamıyor, yazamıyor, hayatıma dair hiçbir şey hatırlayamıyordum. Bir kadın bedeninde tam bir bebek olmuştum.

Eğer bir insan beyni gördüyseniz, iki yarıkürenin birbirinden bütünüyle ayrı olduğu aşikardır. Ve sizin için gerçek bir insan beyni getirdim. Evet, bu gerçek bir insan beyni.

Burası beynin ön kısmı, burası da aşağı sarkan omurilikle beraber beynin arka tarafı. Ve beynin kafamın içerindeki yerleşimi de bu şekilde. Ve beyine baktığınız zaman, her iki beyin korteksinin birbirlerinden tamamen ayrı olduğu açıkça görülür. Bilgisayarlardan anlayanlarınız için: sağ yarıküremiz tıpkı bir paralel işlemci gibi çalışırken sol yarıkürenin çalışması ise bir seri işlemciye benzer. Ve iki yarıkürenin birbirleriyle haberleşmesi “corpus collosum” dediğimiz 300 milyon kadar akson lifinden oluşan bir ara bağlantı üzerinden olur. Ama onun dışında iki yarıküre birbirinden bütünüyle ayrıdır. Bilgiyi farklı işledikleri için iki yarıküre farklı biçimlerde düşünür farklı şeyleri önemserler ve hatta diyebilirim ki çok farklı kişilik yapılarına sahiplerdir.

Özür dilerim. Teşekkürler, bir zevkti. (Yardımcı: Öyleydi.)

Sağ yarıküremiz bütünüyle şimdiki an ile ilgilidir, tamamen “tam burada ve tam şimdi” olanlarla ilgili. Sağ yarıküremiz resimlerle düşünür ve bedenimizin hareketlerinden kinestetik olarak öğrenir. Enerji formundaki bilgi, duyu sistemlerimizden içeriye sürekli olarak akar ve sonra, şimdiki anın nasıl göründüğünü nasıl koktuğunu, tadının nasıl olduğunu nasıl hisler uyandırdığını ve nasıl ses verdiğini anlatan bu devasa kolajı ortaya çıkarır. Ben etrafımdaki enerjilerle bağlantılı bir enerji-varlığım. Bu bağlantıyı sağ yarıküremin bilinci aracılığıyla kuruyorum. Bizler, birbiriyle bağlantılı enerji-varlıklarız. Bir insanlık ailesi olarak bizi birbirimize bağlayan, sağ yarıküre bilincimizdir. Ve tam burada, şu anda, bu gezegende hepimiz kardeşiz. Bizler bu dünyayı daha iyi bir yer yapmak için buradayız. Ve şu anda, bizler mükemmeliz, bizler bütünüz ve bizler güzeliz.

Beynimin sol yarıküresi, sol yarıkürelerimiz ise çok farklı bir yer. Sol yarıküremiz, doğrusal ve yöntemsel şekilde düşünür. Sol yarıküremiz tamamen geçmişle ve gelecekle ilgilidir. Sol yarıküremiz şimdiki ana ait o dev kolajı alıp içindeki ayrıntıları yakalamak, ve o ayrıntıları daha da ayrıntılandırmak üzere tasarlanmıştır. Sonra bütün bu bilgiyi sınıflar ve düzenler, geçmişte öğrendiğimiz herşeyle ilişkilendirip, tüm olasılıklarımızı geleceğe yansıtır. ve sol yarıküremiz konuşarak düşünür. Beynimin içinde hiç susmayan, beni ve iç dünyamı dış dünyama bağlayan, işte bu sürekli gevezeliktir. O bana şunları söyleyen minik sestir: “Hey, eve giderken muz almayı sakın unutma. Sabaha lazım olacak.”

O, ne zaman çamaşır yıkamam gerektiğini bana hatırlatan hesaplayıcı akıldır. Ama belki de en önemlisi, o bana asıl şunu söyleyen minik sestir: “Ben. Ben.” Ve sol yarıkürem bana “Ben” der demez, Ben ayrı bir varlık olurum. Tek, ayrı bir cismani birey olurum; çevremdeki enerji akışından ayrı ve sizlerden ayrı bir birey. İşte, inme geçirdiğim sabah kaybettiğim, beynimin bu bölümüydü.

İnme sabahı, sol gözümün arkasında zonklayan bir sancıyla uyandım. Bu delici bir sancıydı. Hani dondurmayı ısırdığınızda saplanan o sancı gibi. Ve bu sancı beni sımsıkı kavradı ve sonra bıraktı. Sonra tekrar sımsıkı kavradı — ve sonra yine bıraktı. Bir yerimin ağrıması benim için çok sıradışı bir durumdu, o yüzden Olsun, ben normal işlerime başlayayım diye düşündüm.

Böylece kalktım ve kardiyo makinama, tüm bedeni çalıştıran egzersiz aletime oturdum. Ve ben onun üzerinde yürürken baktım ki barı tutan ellerim gözüme ilkel pençeler gibi görünüyorlar. “Çok acayip,” dedim kendi kendime. Sonra aşağıya, bedenime baktım ve “Haydaa, amma garip görünüşlü bir şeyim ben böyle,” diye düşündüm. Sanki bilincim, egzersiz aletinin ve üstündeki benim bulunduğumuz normal gerçeklikten ayrılmış, kendimi egzersiz yaparken izlediğim bir başka gizemli aleme geçmiş gibi hissediyordum.

Bütün bunlar çok garipti ve başımın ağrısı da giderek kötüleşiyordu. O yüzden makinadan kalktım, ve oturma odamda yürürken bedenimin içindeki her şeyin, çok ama çok yavaşladığını fark ettim. Ve her adımım kaskatı, iyice ağır, ve tutuktu. Yürüyüşümde hiç bir akıcılık yoktu, ve algı alanımdaki o daralıp sıkışma yüzünden, sadece iç sistemlerime odaklanmış durumdaydım. Ve banyomda duşa girmek üzere dikilirken bedenimin içinde süren diyaloğu net bir şekilde duyabiliyordum. Küçük bir ses şöyle diyordu: “Tamam. Siz kaslar, sizin kasılmanız lazım. Ve siz kaslar, siz gevşeyin.”

Ve birden dengemi yitirdim ve duvara dayanmam gerekti. Ve koluma bakınca anladım ki bedenimin sınırlarını artık tanımlayamıyordum. Nerede başlayıp nerede bittiğimi bilemiyordum, çünkü kolumun molekül ve atomları duvarın molekül ve atomlarıyla iç içe geçmişti. Ve ayırdında olabildiğim tek şey o enerjiydi — enerji.

Ve kendime sordum, “Neyim var benim? Neler oluyor böyle?” Ve o anda, beynimdeki konuşma — o sol yarıküremin gevezeliği — birden bütünüyle susuverdi. Sanki biri uzaktan kumandayı eline almış ve ‘sessiz’ tuşuna basmış gibiydi. Mutlak sessizlik. İlk önce, böylesine sessiz bir zihinle başbaşa kalmaktan dehşete düştüm. Ama hemen sonra çevremi kuşatan enerjinin muhteşemliğiyle büyülendim. Bedenimin sınırlarını artık tanımlayamadığımdan, kendimi genişleyip, devleşmiş gibi hissediyordum. Bütün o enerjiyle bir ve bütün olduğumu hissediyordum, ve bu harikaydı.

Sonra birden sol yarıkürem devreye girdi: “Hey, bir sorunumuz var! Bir sorunumuz Var! Yardım çağırmalıyız!” diyordu bana. Ve ben tekrarlıyordum: “Ah, bir sorunum var. Bir sorunum var. Tamam, tamam. Bir sorunum var.”

Ama hemen ardından yeniden o farklı bilinç durumuna geri kayıyordum, ki şimdi ben orayı sevgiyle “düşler ülkesi” diye isimlendiriyorum. Ama orası çok güzel bir yerdi. Bir düşünsenize, sizi dış dünyaya bağlayan, beyninizdeki o biteviye dırdırdan bütünüyle kopmak nasıl bir şey olurdu?

Ve ben işte o alemdeydim, ve işim — işimle ilgili tüm gerginliklerim — hepsi gitmişti. Ve bedenimin içinde kendimi hafiflemiş hissediyordum. Ve düşünün: dış dünyadaki tüm ilişkilerinizi, ve onlarla ilişkili bütün stresi. Düşünün ki hepsi gitmiş. Ve işte derin bir huzur duyuyordum. Ve düşünün, 37 yılın duygusal yükünden kurtulmak nasıl bir şeydir! (Kahkahalar) Mutluluktan uçuyordum! Mutluluktan uçuyordum. Çok güzeldi.

Ve sonra, yine sol yarıkürem devreye giriyor ve “Hey! Dikkatini ver” diyordu bana, “Yardım çağırmalıyız.” Ve ben düşünüyordum: “Yardım çağırmalıyım. Kendimi toplamalıyım.” Sonra duştan çıkıp mekanik bir şekilde giyindim. Dairemin içinde aşağı yukarı yürüyor ve düşünüyordum: “İşe gitmeliyim. İşe gitmeliyim. Araba sürebilir miyim? Araba sürebilir miyim?”

Ve tam o anda sağ kolum yan tarafımda tamamen felç oldu. O zaman fark ettim: “Aman yarabbi! İnme geçiriyorum! İnme geçiriyorum!”

Ve hemen ardından beynim şöyle diyordu: “Vaaay! Bu harika bir şey!” (Kahkahalar) “Bu harika bir şey! Kaç tane beyin araştırmacısının kendi beyinlerini böyle içten dışa inceleme fırsatı olmuştur ki?” (Kahkahalar)

Ve sonra birden aklıma geliyordu: “Ama ben çok meşgul bir kadınım!” (Kahkahalar) “İnmeye zamanım yok benim!”

Sonra kendi kedime “Tamam!” diyordum, “İnme inişini durduramam, o halde bir iki hafta bununla uğraşırım, ve sonra eski düzenime geri dönerim. Tamam. Öyleyse yardım çağırmalıyım. İşi aramalıyım.” İş telefonum bir türlü aklıma gelmiyordu, o zaman hatırladım ki çalışma odamda, üzerinde numaramın bulunduğu bir kartvizitim olacaktı. Çalışma odama gittim, yedi-sekiz santim kalınlığında bir kartvizit destesini önüme çektim. En üstteki karta bakıyor ve zihnimde kartvizitimin neye benzediğini açık seçik canlandırabilsem de, baktığım kartın o olup olmadığını bilemiyordum, çünkü tek görebildiğim piksellerdi. Ve harflerin pikselleri arkadaki fonu oluşturan piksellerle ve diğer sembollerin pikselleriyle karışıyor, ve ben kartvizitimi bir türlü tanıyamıyordum. O zaman durup “berraklık dalgası” diye tanımlayabileceğim o anı bekliyordum. Ve o an geldiğinde, normal gerçeklikle yeniden bağlantı kurabiliyor ve bir karar verebiliyordum: bu kart değil … bu kart değil … bu kart değil. O kart destesinin üçte birini bu şekilde gözden geçirmem kırk beş dakikamı aldı. Bu kırk beş dakika boyunca, beynimin sol yarıküresindeki kanama gitgide büyümeye devam etmekteydi. Sayılardan anlamıyordum; telefondan anlamıyordum, ama tek planım da buydu. O yüzden telefonu karşıma koydum, kartvizitimi de onun yanına. Ve kartın üzerindeki kargacık burgacık şekilleri telefon tuşlarının üzerindeki kargacık burgacık şekillerle eşleştirmeye başladım. Ama arada yeniden o düşler alemine sürükleniyor ve geri geldiğimde o rakamları çevirdim mi çevirmedim mi hatırlayamıyordum. O yüzden tutulmuş kolumu bir kütük parçası gibi kullanıp, çevirdiğim rakamların üstünü kapatarak ilerlemek zorundaydım ki, tekrar normal gerçekliğe geri geldiğimde, “evet, ben bu rakamı zaten çevirmiştim” diyebileyim.

Sonunda bütün numarayı çevirdim ve telefondan gelen sesi dinlemeye başladım; iş arkadaşım telefonu açtı ve bana şöyle dedi: “Voo voo voo voo” (Kahkahalar) Şöyle düşündüm kendi kendime: “Allah Allah, aynen bir Golden Retriever köpek gibi çıkıyor sesi!”

Ben de ona – zihnimde gayet açık bir biçimde, “Ben Jill!” dedim, “Yardıma ihtiyacım var!” Ama ağzımdan çıkan ses şöyleydi: “Voo voo voo voo vooo.” “Allah Allah” dedim, “Aynen bir Golden Retriever gibi çıkıyor sesim.” Yani, konuşamadığımı ve konuşulanı anlayamadığımı bu denemeyi yapana dek farketmemiştim. Böylece arkadaşım yardıma ihtiyacım olduğunu anladı ve bana yardım sağladı.

Kısa bir süre sonra, bir ambulansın içinde Boston’daki bir hastaneden Massachusetts Genel Hastanesine doğru gidiyordum. Ve ana rahmindeki minicik bir cenin gibi tortop oldum. Ve tıpkı içindeki kalan son havayı da salan, bir balon gibi, enerjimin boşaldığını — ve ruhumun teslim olduğunu hissettim.

Ve o anda, anladım ki artık hayatımın koreografı ben değildim. Ya doktorlar bedenimi kurtaracak ve bana ikinci bir yaşam şansı vereceklerdi, ya da belki de bu benim için diğer tarafa geçiş anıydı.

O öğleden sonra geç vakit kendime geldiğimde, hâlâ hayatta olduğumu keşfetmek beni şoke etti. Oysa, ruhumun teslim olduğunu hissettiğimde, hayatıma veda etmiştim ben. Şimdi zihnim, birbirinden çok farklı iki gerçeklik durumu arasında asılı kalmıştı. Duyu sistemim aracılığıyla gelen uyarıları, saf acı olarak hissediyordum. Işık beynimi vahşi alevler gibi yakıyordu ve sesler öylesine karmaşık ve o kadar yüksektiler ki, arkadaki gürültünün içinden tek bir sesi bile ayırt edemiyordum ve sadece kaçmak istiyordum. Bedenimin mekânda kapladığı yeri tanımlayamadığımdan, kendimi devleşmiş, genişleyip yayılmış hissediyordum. Tıpkı şişesinden çıkmış bir cin gibi. Ve ruhum, sessiz bir mutluluk denizinde kayarak giden büyük bir balina gibi, özgürce süzülüyordu. Nirvana. Nirvana’yı bulmuştum. Ve şöyle düşündüğümü hatırlıyorum; Bu devleşmiş halimi şu minicik bedenimin içine tekrar sığdırmam asla mümkün olmayacak!

Sonra fark ettim: “Ama, hâlâ hayattayım! Hâlâ yaşıyorum, ve Nirvana’yı buldum. Ve eğer ben Nirvana’yı bulduysam ve hâlâ hayattaysam, o zaman yaşayan herkes de Nirvana’yı bulabilir.” Ve bir dünya canlandırdım gözümde Buraya istedikleri her zaman gelebileceklerini bilen, barışçıl, şefkatli, sevgi dolu güzel insanların olduğu bir dünya. Ve onlar sol yarıkürelerinden sağ tarafa geçmeyi bilerek seçiyor ve bu huzuru buluyorlar. Ve sonra bu yaşadıklarımın aslında ne kadar muhteşem bir armağan olabileceğini, hayatlarımızı nasıl yaşadığımıza dair nasıl çarpıcı bir içgörü olabileceğini fark ettim. Ve bu iyileşmem için beni motive etti.

Kanamadan iki buçuk hafta sonra, cerrahlar müdahale edip beynimdeki konuşma merkezlerine baskı yapan golf topu büyüklüğünde bir pıhtı çıkardılar. Bu resimde, hayatımın gerçek meleği olan annem ile birlikteyim. Tam olarak iyileşmek sekiz yılımı aldı.

Peki biz kimiz? Biz evrenin kudreti, yaşam gücüyüz. El becerilerimiz ve iki bilişsel zekâmız var. Ve anbean, bu dünyada kim olmak, nasıl bir insan olmak istediğimizi seçebilme gücümüz var. Tam burada, hemen şimdi, sağ yarıküremin bilincine geçebilirim; bizim olduğumuz yere. Ben evrenin yaşam gücü, kudretiyim. Ben, diğer herşey ile bir ve tek olan ve cismimi oluşturan 50 trilyon güzel moleküler dehanın yaşam gücü ve kudretiyim. Ya da; sol yarıküremin bilincine geçmeyi seçebilirim: Tek başına bir birey olduğum, bir cisim olduğum duruma. Akıştan ayrı, sizlerden ayrı. Ben Dr. Jill Bolte Taylor: entellektüel, nöroanatomist. Bunlar benim içimdeki “biz”ler. Siz hangisini seçerdiniz? Hangisini seçiyorsunuz? Ve ne zaman? İnanıyorum ki, sağ yarıküremizin o içsel huzur devrelerini çalıştırmayı ne kadar çok seçersek, dış dünyaya da o kadar çok huzur ve barış yansıtacağız ve gezegenimiz çok daha huzurlu bir yer olacak.

Ve düşündüm ki, işte bu yaymaya değer bir fikirdi.

Beğendiniz mi? Paylaşın!